28 Kasım 2016 Pazartesi

Zordur kadın olmak..


Çok zordur kadın olmak
Her gün bir şekilde kırılmak 
Buna rağmen tüm parçaları bir arada tutabilmek..
Bir kadının;
  Kalbi kırılır…
Umudu kırılır…
İnancı kırılır…
Veyahut….
Güveni kırılır…
En nihayetinde biri kırmazsa bile
Tırnağı kırılır
Saçı kırılır..
Amma velâkin kırılır;
Fakat….Allah`ın vergisi olmalı ki…
Bu kadar çok kırılırken, hep ayakta ve hep tek parça..


27 Kasım 2016 Pazar

Sevmek bir mücevher işçiliğidir.




Diyelim İstanbul...

Diyelim serin bir sonbahar akşamı. Hikayemizin kahramanları ikinci ya da üçüncü kez başbaşa kalmışlar. Hani yakın desen yakın değiller, uzak desen uzak sayılmaz… Aldıkları yaşlar, geçtikleri yollar daha rahat yapmalı belki onları ama hayır, tam tersi; daha da korunaklı daha ürkekler sanki.
Gençliğin o sonuç bilmez cesaretinden eser yok ikisinde de. O kadar temkinliler ki öylece duruyorlar karşılıklı. Sanki biri elini uzatsa diğeri de uzatacak, biri kalksa diğeri ondan önce fırlayıp kaçacak gibi. Hareketsizliğin sonuçsuzluğu içine sığınmışlar. Dakikalar geçiyor, saatlere evriliyor. Saatler ilerleyip birbirlerine ayırdıkları zaman tükenince yeniden görüşecekleri yeni bir tarih belirleyip sessiz ve birbirleri için bilinmez yuvalarına çekiliyorlar hızla.
Şimdi rahatlar… Rahat ve yalnız.

Diyelim Ankara…

Diyelim sıcak bir yaz akşamı. Hikayemizin kahramanları yirmibir yıldır her yaz bu balkonda yiyorlar akşam yemeklerini. Hani yakın desen yakın değiller artık uzak desen hiç değil. İki çocukları olmuş, ikisi de üniversitede… Aldıkları yaşlar, geçtikleri yollar daha rahat yapmalı belki onları ama hayır tam tersi; daha gergin daha öfkeliler sanki.
Gençliğin o sonuç bilmez coşkusundan eser yok ikisinde de. O kadar bıkkınlar ki öylece duruyorlar karşılıklı. Sanki biri kalkıp gitse diğeri derin bir oh çekecek, biri böyle ne yapıyoruz biz diye sorsa 
ya da öbürü oturup ağlayabilecek gibi.
Aylar geçiyor böyle. Mevsimlere evriliyor. Mevsimler yıllara. Her gece yatma vakti geldiğinde sessizce aynı yatakta kendi yuvalarına çekiliyorlar hızla. 
Şimdi rahatlar… Rahat ve yalnız.
Çünkü onların hiçbiri birini sevmenin, biriyle birlikte olmanın usta işçiliği ile uğraşmak zorunda hissetmiyor kendini. Bir hüner göstermekle yükümlü olmak istemiyor. Hiçbir şey yapmazsan hiçbir kötü sonuçtan sorumlu olmazsın, 
bunu öğretmiş hayat onlara…
Birini sevmezsen birinin sorumluluğunu da almazsın. Biriyle mutlu olmazsan o güzelliğin bitmesinden de sorumlu sayılamazsın. Bir şey söylemezsen bir söz vermemiş olursun. Bir şey başlatmazsan sonu da gelmez.
İnsandan saklanarak yaşamak 2000’li yılların ilk on yılının ardından elimizde kalan ilk gerçek oldu. Aynı evde, ayrı evde, aynı yatakta, aynı ülkede birbirimizden saklanarak yaşamak bize ne kadar da uzaktı oysa…

Oysa…
Oysa insana insan gerek. İnsana sevilmek gerek.
İnsan bir başka insanın sesiyle, gülüşüyle, tesellisiyle, dokunuşuyla büyür. Sevilmek kadar da sevmektir ihtiyacı. Anımsanmak ister, sevildiğini anımsamak ister.
“Aidiyet” duygusudur insanı güçlü kılan. Kime ait olduğunu, kimden doğduğunu, kime ne bırakacağını anımsatan şey tam da bu duygudur işte ve bu duygunun sembolleridir…
Elmas uzun bekleyişleri sonucu başkalaşmış bir kömür parçasıdır aslında bildiğiniz gibi. Beklemedeki ustalığıdır onu elmasa çeviren…
O elması kesenin sabrı, gözü, becerisidir elması pırlantaya döndüren.. O pırlantayı alanın, saklayanın, nesilden nesile aktaranın ve üzerine kimbilir kaç yılını hatırasını bırakanın kalbidir bir pırlantayı esaslı bir mücevhere çeviren…

Sevmeyi en iyi kim bilir biliyor musunuz?

Sabırla, sabırla, sabırla kendi özdeğeriyle barışıp kendini bir kömür parçasından bir elmasa dönüştürebilen insan… 
Çünkü o insan kendini bir başka kalbe
 beni pırlantaya dönüştür, diyerek güvenle bırakabilir…
Sevmek aslında bir mücevher işçiliğidir.
Lakin o işçiliğin biricik bir kuralı vardır ki o da aslında bir insanlık kaidesidir.

“Birini severken de bir elması keserken de elindeki cevheri çatlatmamaktır” insanın ödevi…

26 Kasım 2016 Cumartesi

Kalbiniz kötülüğe kalkan, merhamete yuva olsun...





Olmuyor mudur? Oluyordur elbette.
Hiç ummadığınız insanlar kendilerini tutamayıp bir had bildirme, bir adam etme, ders verme niyetiyle yığıveriyorlardır üzerinize ağızlarından 
bir şelale gibi fışkıran cümleleri...
Gücenmiyor musunuz? 
Güceniyorsunuzdur elbette...
Bazen susuyor bazen karşılık veriyorsunuzdur.
Ve her defasında bir kez daha şahit oluyorsunuzdur:
Öfke ağızdan çıktı mı ardından başka şeyler de getirir. Doğurgandır. Kötü sözle birlikte niyet 
açığa çıkınca daha da yorucu olur hayat...
Kime?
Herkese...
İnsan bizzat kendi eliyle ve kendi diliyle zorlaştırır son derece basit organize edilmiş olan bu sistemi.
Çok küçük yaştan beri çalışıyorum. Çocuk yaşımda başladım sigorta-prim ödemeye, “yetişkin”lerle mesai yapmaya, 
idare ve itiraz etmeye...
İnsanların kendilerini önemsetme ihtiyaçlarına, hırçınlıklarına, hırslarına şaşkınlıkla baktığım o çocuk yıllarım bitti ve “doğrusu” budur sandığım o yanlışlardan ben de geçtim korkarım. Ama en azından ben bir yetişkin olduğumda kalp kırmanın nice gereksiz olduğunu unutmamaya çalıştım. 
İnsan ne yapıp ediyor,
 söylüyorsa hepsi kendi yarını için aslında.
“Bugünlerinizi dün siz kendi ellerinizle yazdınız.
 Bugün de yarını yazıyorsunuz”
Gece eve girdiğimde çok yorulduğumu düşündüm. Yatak odasının penceresi aralık kalmış. Gecenin sesi ve serinliği sızıyordu içeri. Sabaha bir şey kalmamıştı zaten.
Karanlığı aydınlığa kavuşturana dua ettim...
“Yarını yazmaya uyandığım her sabahta kalbimi kötülüğe kalkan, iyiliğe ve merhamete yuva eyle...
 Düşüncelerimi temiz, sözlerimi net, 
omzumu dik, alnımı ak tutmaya niyetliyim...”
Uzar gider dualar...
Uzayıp gitsinler zaten...
Yeni bir hafta başlıyor, yeni bir ay,
Kalbiniz kötülüğe kalkan, 
merhamete yuva olsun dilerim...

Kanatlarım yok benim...



Çok iyi biri değilim 
kanatlarımda yok zaten biliyorum. 
…ama kimse içinde hiç bir zaman 
art niyet beslemedim. 
Sütten çıkma ak kaşıkta değilim, 
Ama sütü bozuk da değilim. 
Ne birisini kandırmışlığım var, 
Ne aldatışım, 
En fazla herkes kadar küfür ederim. 
"Bu zamanda" standartlara oranla 
sanırım iyi biriyim...
En azından kimsenin sırtında hiç olmadı el izim. 
Yanılgılarım, yanlışlarım herkes kadar, 
Mutlaka hatalarımda var..
ama sırtımı dönüpte, 
arkamdan baktırdığım insanlar hiç olmadılar..

22 Kasım 2016 Salı

"Bayramım İmdi" Hacı Bayram-ı Veli..


İnsanın kendi hayatı bazen 
ne kadar da dünyanın tarihine benziyor.
Ankaralı olmak hep bir pâye gibi gelmiştir bana. 
“Kara kuru bir şehrin neresini seviyorsun?” 
diye soranlara, 
“Yaşayan bilir, herkes Ankara’dan anlamaz...” 
gibi cevaplar vermek
 bir tür kendini ve kimliğini kutsamaktır. 
Gerçekten de kolay değildir, yoktan var edilmiş,
 icat edilmiş bir şehri sevmek.

Sonra İstanbul’a gelinir. 
İstanbul zamandan ve mekândan münezzehtir.
Bir tekneyle kıta değiştirirsin. 
Gözlerin alabildiğine kültürü kucaklar, 
bütün renkler, sesler, geçmiş burada toplanmış gibidir.
Bütün şâirler burayı güzeller.
Ama gerçekten bu iki şehir bu kadar farklı mı?
İsmi, Bayram. Mürşidinin verdiği isim. 
Zaten mürşit vermez mi ismi, 
ya da o ezel ismini sende bulup ellerine koymaz mı?

Hayatı bayram etmiş ona Somuncu Baba. 
Öyle yokluk sultânı ki, bir kere Ulu Câmi’de vaaz verip 
sırrı fâş olunca, duramamış, 
Dârende cennettinde ömrünü hâsıl etmiş.

Mürşit-mürit hikâyesi hep bir âlim-ârif hikâyesi. 
İlmini aşkına fedâ eyleyebilmiş yücelerin yolu.
 Tıpkı Mevlânâ’nın Şems’e, 
Mûsâ’nın ve Hızır Aleyhisselâm’a yaptığı gibi,
 âlimler âlimi Nûman Efendi de 
kendini Somuncu Baba’ya teslim edince 
“Bayramım imdi” demiş. 
Çift mânâlı bir cümle bu; hem kendisi Bayram’dır artık, 
yani hem dâim yâr ile Bayram etmektedir,
 “hayat bayram olmuştur”. 
Kendinde fâni olup mürşit olunca, 
kendi müritleri de “yâr ile Bayram kılar”.

Ankara öyküsü, bir tekâmülün hikâyesidir, 
Nûman’dan ummâna desek yeri. 
Meyvesi Ak Şemseddin’dir ki, 
aynı mânâ, nefis kıtalarını fethettirir 
civanlar civanı Mehmed’e. 
Hikâye burada bitmez; Ankara’nın lâkabı olan 
“Nâzenin”in önüne elif gelince,
ebcet ile 1923 olur, Cumhuriyet ilân edilir. 
Her an yeni bir şanla dirilen vilâyet, 
İstanbul’un saltanat pırlantasını yeniden
 Ankara’da yansıtıyor. 
Ankara İstanbul’a, 
İstanbul Ankara’ya 
pırıl pırıl defalarca yansır. 
Yahya Kemâl haklıdır; ama bu sefer yeni bir mânâ ile: 
“Ankara’nın, İstanbul’a dönüşü güzeldir” 
evet amma bu sefer 
Âlemlerin efendisinin miraçtan dönüşü, 
“ümmetim, ümmetim…” deyişi gibi…


19 Kasım 2016 Cumartesi

Çayın Feryadı...



Dervişin yoldaşıdır çay. 
Sofralarımızın tacı, gönlümüzün yoldaşı olan küçük derviş, rivayet odur
ki Hz. Adem’in gözyaşlarının düştüğü toprakta yetişmiştir ilk.
 Böylece aşkın feryada, feryadın aşka
olan yoldaşlığına hemdemliği insanoğlunun yaradılışı kadar kadimdir. 
Ab- ı hayat kadar baki olmasa da
hayata kattığı anlam, birkaç yudumun ötesinde bir serzeniştir. 
Hunlara ait bir çömleğin içinde çay
kalıntılarının bulunması da mazisinin 
ne kadar eski olduğunun ispatıdır. 
Belki Adem’in gözyaşlarına
yoldaşlığından mıdır bilinmez ama bir hasretin, 
yalnızlığın ertesinde vücut bulan muhabbetin
huzurundan miras, her sohbetin yoldaşı olarak 
yaşayacaktır kıyamete değin. Zira başka hangi içecek
dervişler dervişi, sultanlar sultanı Hoca Ahmet Yesevi
 ocağının tüten dumanının hatırası olarak dualı
mahfazasıyla ebedi kalmanın şanına münhasır olmuştur?
Türkistan köylerinin birine misafir olan Hoca Ahmet Yesevi,
 misafir olduğu evin doğum yapmak
üzere olan hanımına duada bulunur. Duası biiznillah şifa olunca, 
Türkmen beyi çay ikramında bulunur
Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri’ne. 
Çayı çok beğenip yorgunluğunu atan, kendini oldukça zinde hisseden
hazret: “Bu şifalı bir şey imiş, hastalarınıza bundan içirin ki şifa bulsunlar, 
Allah kıyamete kadar buna
revaç versin.” diye duada bulunur.
 Bu mübarek dua hürmetine olsa gerek, kıyamete kadar revaçta
olacak küçük derviş, dergahlar ve tekkeler dahil muhabbet 
ehlinin bir araya gelip demlendiği her
ortamın baş misafiri olarak yer bulmuştur gönüllerde.
Türkler arasında da adeta Yesevi’den bir miras gibi yaygınlaşır.
 Kafkaslardan İran’a, İran’dan
Rusya’ya uzanan bir seyr ü sefer eylerken, 
Ortadoğu’da Timur’un eline geçer. Askerlerini zinde ve
uyanık tutmak isteyen Timur, adeta ordusunun zorunlu 
içeceği haline getirdiği çayı, ordularının geçtiği
her yerde namına yaraşır bir alışkanlığa dönüştürür.
 Batının çayla tanışması da coğrafi keşifler sonucu
olmuş, doğunun otantizmine ait tüm sömürge maddelerine
 duyulan heves neticesi çay da Avrupa
topraklarına bu sayede ayak basarak İngilizlerin adıyla anılır olmuştur.
 Osmanlı’nın kendi kültürüne has bir incelikle devşirdiği
 tüm güzelliklere münhasır lezzet i şahanesi, 
çaya da sirayet edince ince belli bardakla süslenen 
çay takımları tarihi serüveni içerisindeki
yerini alır. Öyle şık ve gösterişli değil, tam tersine sade 
ve mütevazı zarafetiyle çayın rengine ayna olan
el yapımı cam bardaklar Türk adıyla yan yana anılagelir böylece.
Hz. Mevlana'da Hz. Muhammed (s.a.v) 
Sevgisi Dervişandan sayılmasının sebeplerinden biri de bu
 mütevazılığın sohbetlere iştirak etmesindendir.
Sufinin her daim uyanık dimağına yakıt olan 
çayın dergahlara kabulü, bu sayede olur. Pir i
Türkistanî’nin duasıyla meclise giren çay , 
“Es sohbeti bila çay/ Kes semai bila ay”(Çaysız sohbet,kamersiz gökyüzüdür.) 
dizeleriyle övülmüştür. Bir çok varyantı bulunan semaver ve çay ilahilerine de
ilham olunca, dergahın tam orta yerine kuruluvermiştir şanla şerefle. 
Sohbet ehlinin yanan yüreğinin can
yoldaşıdır çay. Mürşid i kamilinin dizinin dibinde irşad edilen dervişler, 
tıpkı çaydanlıktan dökülen bu
mübarek badenin bardakları doldurması gibi, 
doldururlar gönül kaplarını mürşitlerinin nefesiyle.
Dervişin yüreği ne kadar yanıksa, o denli demli olan çayın feryadı, 
semaverin nameleriyle karışır
dergahın, tekkenin satır aralarına.
 Semaverin bağrında yanıp duran köz suyu kaynattıkça dervişin içinde
yanıp duran köz de zikir esnasında dervişi kaynatır.
“Hay” bir feryada döner aşığın yanan bağrından sıyrılıp.
Öyle tüple, elektirikle zamansız bir acelecilikle değil, 
meşe alevinin ahesteliğinde pişe pişe, yana
yana kaynayan bir çayın feryadı yoldaş olur dervişana ancak. 
Ateş ne kadar çok yanarsa, o denli pişer bu
hârın odunda demlenen çay. Aslında demlenen gönüldür. 
Gönle yoldaş sohbet olunca, lezzeti şahane
oluverir yudum yudum özümsenen.
 Muhabbet gönle doldukça, ayrılık gamının perdesi yırtılıverir. 
Su kaynadıkça, ateş-i aşk yakar. 
Aşk ateşi ne denli harlıysa, o kadar dem alır gönülde muhabbet. 
Ve lal rengi bir yuduma dönüşür aşkın alevi.
 Dem olur aşkın rengi kızıla çaldıkça şerbeti.
Aşk ateşini gönülden alıp yüreğe taşıyan, bir zikrin feryadıdır. 
Feryat çığlığa, çığlık semaya
karıştıkça yırtılır dervişin yüreği. 
Aşk meydanı olurken bir kutlu halakanın göbeği, 
harını söndürmez dervişin. 
Yanan yürekle yırtılan feryadın ısıttığı kalplere soğuk yaraşmaz.
 Kalbini soğutmak istemeyen
dervişlerin kendi gibi kaynayıp fokurdadığı 
bir yoldaşa ihtiyacı vardır o vakit. Muhabbetullahın
sımsıcak tatlılığına, şekerle ballanıp yumuşatılmış aşk demi mihmandar olur. 
Artık ayrılık acısının
çilekeş mahzunluğundan bikarar olmuş dervişin refikidir o.
 “Arifler suyun bile çiğini sevmezler,
böyle pişirir içerler.” derken ne güzel taltif etmiştir şair o refiki. 
Demlenmemiş çay nasıl çok beklemiş
çay gibi makbul sayılmazsa,, vakitsiz derviş de o denli pişmemiş , 
vuslata ermeyip çiğ kalmıştır.
Dervişi olduran da, demlendirip kıvama getiren de
 ancak ve ancak mürşididir. Vaktin çocuğu olan sufi,
ancak vakti gelince dem tutar, renk alır, aşk olur.
Muhabbetlerin en güzeli, Allah’ın Habibim dediği Resulüne olmuşken, 
muhabbet ehlinin canının
canı Muhammet Mustafa’dır.
 O, her meclisin en kutlu konuğu, en tatlı badesi,
 en demli ilacı, en özlenen
yoldaşı olmuştur. Ehli tasavvuf, biricik Rabbinin biricik Habibine varan, 
vardıran tüm yollara yüz sürüp
yoldaş olurken, onun kokusu ile aşklanıp coşmuşlardır. 
Tüm zamanlarda aşk deminin haresi, aşk odunun
en çok özlenen neşvesi Habibullahı 
Nebi olmuş iken tüm aşkların ve aşıkların beslendiği sebebi aşk
şulesi ancak ve ancak odur. 
Aşk odur. 
Aşık odur, Maşuk odur. 
Aşk o iken diğer aşk nuvesi olan her
zerre onun kokusu ile aşka durup demlenen bir zerredir.
O vakit çaya ancak susmak düşer. 
Kimi zaman bir bardağın çın çın öten karıştırma sesinden utanıp
kıpkırmızı olurken, edep ehline çayı utandırmayıp kıtlama içmek düşer. 
Kimi zaman da sallama çay
teranesiyle boynuna vurulan ipin katline ferman yazıp 
ahir zaman uydurması demsiz dumansız, sabırsız
fütursuz haline katlanmak zorunda olsa da elbet bir
 dervişin hatırlı ellerinde bulur kıymet bilinen yerini.
Bir kara demliğin kucağında aheste aheste dem tutarken, 
hatırlar şahsına münhasır şanını şerefini
yeniden. Hatırlamakla kalmaz, hatırlatır ahir zaman çocuklarının
 dimağlarına öyle aceleye gelmez
deminin kıvamının niceliğini. 
Sallamaya gelmeyişini, sabırla pişeceğini. 
Ehli muhabbetin namıyla nam
bulup, şenleneceğini. Meclisi aşk olanın yoldaşı olup aşkların en güzeli, 
aşıkların en güzeli iki cihan
güneşi Habibullah aşkı ile demlenip şevkleneceğini.
 Muhabbeti Habibullah olana yar, yoldaş, dost olup
can katacağını. Adem’in de Hoca Ahmet Yesevi’nin de 
tüm derviş i yarânın da özledikleri “O” iken
aslında, hasretiyle can bulup hasretine can verdikleri
 Habibin, elbet bir gün bir başka devranda, Nuru
İlahide, yine bir muhabbet meclisinde başlarını okşayıp 
tebessüm buyuracağı günün hayali ile pişer,
pişer de pişer. Bir yandan da pişirir nice çiğ 
olan ham gönüllü canları, cana can katıp canana vardıranın
ancak ve ancak ol Habib i Zişan olduğunu 
fokurdarken anlattığı fısıldayışı ile.
 İrşad/Hamuş

17 Kasım 2016 Perşembe

Çivisi Kaçlıktı Bu Dünyanın?..



“Dünya iyice çekilmez oldu”

“Çivisi çıktı bu dünyanın”

“Yaşanmaz oldu bu dünyada”

“İğrenç bu dünya"

“Nefret ediyorum bu dünyadan”

Ne kadar çok söz sıralarız böyle değil mi?

İçimizin nefretini kustuğumuz, ne çok söz…

Peki bu kadar kötü, bu kadar iğrenç mi bu dünya… ?

Bakalım;

Deniz yerli yerinde, okyanus yerli yerinde eğer dokunmazsan balık yerli yerinde, mercan yerli yerinde, yetmedi dal git derinliklere renkler yerli yerinde, sanat yerli yerinde, uyum yerli yerinde…

Çık denizden bak ormana şimdi;

Ve çirkin olan bir şey göster bana

Buraya bu çam ağacı olmamış de mesela, şu gürgen şurda olmalıydı de…

Yeşilin bin bir tonunun birbirine karıştığı o ahengi bozan tek bir ağaç göster ya da.

Bin bir çeşit hayvanın yaşadığı ortamda bir kötü koku bul ya da ormanın kendi uğultusu içinde, çirkin bir ses duyur bana.

Hepsi ahenk içinde, burnuna gelen kokusu, kulağına gelen sesi, seni içine çeken havası ve renklerin harmonisi ile, şu şuraya olmamış de, bir şey bul bana…

Hadi gidelim vahşi dediğimiz doğaya.

Bu hayvan burada yaşamamalıydı de, kaplan bu sıcakta buraya olmamış, bu çakalların ne işi olur, bu gergedan şurada yaşamalıydı de…

Tüketilen bir avdan, geride bir şey göster hadi;

Ortada kalsın ve kokmuş olsun “leş gibi” mesela…

Göze çarpan o vahşi güzellikte bir şey bul bana…
Çöle inelim istersen;

Bu ağaç bu sıcakta nasıl olur de, bu kum fırtınasında bu hayvan nasıl yol alır, günlerce aç susuz nasıl kalır de…

Bu fırtına buraya olmamış, şu tepe buraya değil, şuraya yapılmalıydı de…

Hiç uzatmayalım kaldır kafanı gökyüzüne hangi kuş gereksiz onu söyle, ya da çirkin, ya da kötü ya da pis.

Her gece yüzlercesi tepemizde sabaha kadar uçuyor ve bizi uyutmuyor de…

Anladın değil mi?

Deniz yerli yerinde, dağlar yerli yerinde, çöller yerli yerinde, kuş böcek, kaplan kuzu hepsi ahenk içinde…

Çirkin olan ne peki şimdi? İğrenç olan ne?

Çivisi çıkan kim, kötü olan ne?

Şu kadarını bil ey insanoğlu insan;

Senin elinin değmediği her yer ve her şey yerli yerinde…

Çöle çöp atan hayvan yok,

Orman da kornaya basarak gürültü eden hayvan yok

Kutuplarda, “derisi bozulmadan alınmalı bunun derisi iyi para” diye “canice” kafasına vura vura öldüren hayvan yok.

Bu boğa kırmızıya deli olur, söyleyin kırmızı kuşlar bunu deli etsin, üstüne ağaçkakanlar da bu boğayı tepeden delik deşik etsin biz de köşede keyifle seyredelim diyen havyan yok.

Dağın başında zayıfı ezen, diğerinin yuvasını bozan, gözüne kestirdiğine tecavüz eden ayı yok.

Anne kuşları öldürerek, geride yuvaların da yavrularını ağzı açık bağırttıran leş kuşları yok.

Denizlerde; “buranın manzarası güzel, buraya çörekleneyim ben” diyen köpek balıkları yok…

Daha uzatmama gerek var mı?

İnsan eli değmedik yerlerde bir sorun var mı?

Şimdi söyle bakalım…

Aldatan, çalan, öldüren, yıkan, kıran, vuran, bağıran, hak yiyen, hukuk tanımayan, kitaba uymayanı kitabına uyduran sen…

Kötü olan, çivisi çıkan, iğrenç olan dünya öyle mi?

Peki türküsüne yandığım “yalan dünya” fani de,

Sen misin baki?…

Bedirhan GÖKÇE

15 Kasım 2016 Salı

TEKKEDE ZAMAN HAMUŞ..



Tekke, Karabaş –i Veli Tekkesi…
Yol, tekkeye uzanan yol, sabır yolu. 
Tekkeye uzanan yol, tevekkül yolu. Tekkeye uzanan yol,
bin hasretle törpülenen bir ömrün,
 sükuta an kala sebata tırmanışı. 
Tekkeye varan yol, anbean kurumuş
kıraç bir toprağın suyla buluşması. 
Bu yol ki, yola vardıranın muştusuyla varmaya çalışılırken,
uzadıkça uzayan bir heyecanın son raddeye vuran çarpıntısının başlangıcı.
Yokuş… Bu yokuşu çıkarken
 Necip Fazıl‟ı anmamak mümkün mü?
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak
Yokuşlarda susamak! Susuzluk neye, kime?
O‟na bu kadar susamışken, hasretin son kertesini
çoğaltan yokuş. Bir vuslata bin hasret ekleyen yokuş. 
Yokluk yokuşunda susarken susmak, susamak.
Susarken sükûtun nabzını tutmak. Yokuş ki son eyvahın soluksuz bıraktığı, 
sonun kıvrım kıvrım
bukresinde ah kapısına uzanan bir basamak. 
Yokuş! Ah yokuş! 
Ah, soluğumda bir nefeslik payemi
bırakmayan yokuş...
Kapı… Yokuşun son bulduğunu müjdeleyen kapı. 
Kapı ki kanatları vuslata duran. 
Çağıran dervişleri ümit dergahında pişirilen yokluğa..
Kapı ki kapayıp nefislerin yönünü varlığın ummanından,
yokluğun dergahına çeviren. Kapı sevince duran gönüllerin anahtarı
. Kapı, aralanıp bağrına bastığı
dervişlerin, O kalbe dayanan yanaklarının müştakı. 
Kapı, mürşide yaklaşan nefeslerin tutulup
kavuşmaya durduğu sevincin membağı. Kapı ki yaralı gönüllerin 
cümlesini içinden alıp, O‟na ve
kubbeye kavuşturan kapı. Kapı! Ah kapı, can kapı! 
Ah ciğerpareye yanan ciğerlerin tütsüsünü arşlara aralayan kapı…
Kapının ardındaki tekke… Zamanın koşuşturmacasında, 
zamana direnip karşı koyan bir
mekanın kucaklaması. Yolun bitiminde, canları kucağına alıp
 sarmalayan bir geçmiş zaman hikayesi
tadında, oraya heyecanla varanları kucaklayan tekke.
 Zamanın hangi surete büründüğünün
bilinmezliğinde, varılan yüzyılın, anımızdan alıp kaçırdığı
 bir serencamda sakladığı kayıp ruhların
durağı tekke. Yüzyılın bencilliğinden, tüketişinden,
 nefessizliğinden, tırmalayışından münezzeh bir
dinginlikle yalıtılmış mekanın, huzursuzlara huzur salan
 bir sarmalayışla kucakladığı tekke...
Tekke! Ah tekke! Ah, Üstadımın karşılayışına müştak,
 cümle kapısının solundaki sarmaşık
gülün tebessümüyle mürşidimin nefesini solutan bab-ı aşk ı handan tekke, 
can tekke, yâr tekke...
Lokma.. Baldan daha tatlı, daha bal. 
Herkes koşarken tekkenin demi dumanı tütsülü çayına
lokmasına, dervişin kursağından hiçbir gece geçmeyen lokma. 
Zikirle hemhal olan dervişin bin
lokmadan daha evla bildiği tek lokma. 
Lokmasız geçen her akşamın gecesinde dervişe daha tatlı
TEKKEDE ZAMAN
HAMUŞ
Lokmalar döken meleklerin şerbetlediği lokma .Lokma. Ah lokma! 
Ah dervişanın yüzlerce dağıttığı
ikramdan gayrı dervişe pay dökmeyen lokma!
Gül..Bahçenin kokusunun yüzyıllık nefesini duyuran dervişe.
 Yüzyıl öncesinde de o bahçenin o
köşesinde değişen çehrelerin değişmeyen heveslerine aynı yerden
 munisce gülümseyen gül…Enfes
kokusunun rayihalarıyla avlunun cümle kapısını 
nazlı nazlı şenlendiren gül..Ah gül! Ah Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi vessellem )e
fendimizin ömürlere ömür katan tebessümünü bahçeye soluklayan gül!
Çınar.. Kanatlarının altında toplaşanların dertlerini haşmetli 
omuzlarında taşıyan çınar. 
O haşmetle kucakladığı tekkenin konuklarını gölgesinde 
avunduran çınar. 
Sohbetin en ballısının çınarın
altına uzandığı dakikalarda içerde harf harf dokunan hecelerin 
kalpden kalbe dokunuşuna tanıklık eden çınar.
Çınar! Ah çınar! Ah Üftade hazretlerinin nazlı narin zarafetine,
 Osman Gazi,Orhan gazi ve
Hüdavendigarların şanlı seferlerine tanıklık 
eden bir neslin emanetçisi çınar. Ah Çınar!
Kubbe..En kutlu misafirini çatısını kanat kılıp her hafta 
bağrında kucaklayan kubbe. Her geleni
rengine, cinsine, milletine, ismine bakmaksızın 
bünyesinde özümseyen kubbe..Gökkubbenin altında
tanıklık ettiğin nice ağlayanların, feryatlıların ve 
hicranlıların destanını, destarınla örtüp sakladığın
kubbe! Ah kubbe!Aman kubbe! Can kubbe! 
Bir Fakih dostun yüzyıllar öncesinden
 gönderdiği selama destar olup , 
yüzyıllar sonrasından şahit kalan kubbe!
Hamuşân… Varlıktan geçip ebedi istirahatgâhlarına 
erenlerin son durağı Hamuşan. Her nevi
gülümsemenin ve kucaklamanın ardından ,
dostların en hakikisinin ve canlısının beklediği yer
hamuşân… Artık bekleyenlerin de bekletenlerin de 
bir bir dilsiz olup kavuştukları bekada
buluşmalarına vesile olan Hamuşan. 
Taşların soğukluğunda değil,gözyaşlarının aktığı bir toprağın
ıslaklığında, dost ile sessiz buluşturan Hamuşan.. 
Neyin , kudümün ahengine aldırmadan, çağlayan
uğultuların, çocuk gülücüklerinin neşesinin, çay kaşığı koşuşturmacasının 
kovalamacasında ,onlarca
yıl kayıp suskunluğunu bozanların neşesiyle uyanan hamuşan!
 Hamuşan, yalnızlığının ıssızlığında
kabr i sükutun soğukluğuna zıt cazibeni huzuruna
 çağırdığın kardeşlerle manalandırdığın hamuşan!
Ah hamuşan, can hamuşan! Kapıda belirenin , 
beklenenin gelişiyle tüm bahçenin heyecana dönüşünde,
semazenin semaya bakıp hiç olup yitişinde; 
bekleyişinin , nefese kavuşan ney gibi can bulmasıyla
dirilen hamuşan. Ah sessizliğin ve ıssızlığın gölgesinden sıyrılıp bahçedeki 
tüm kahkahalara, fısıltılara
ve hatta dedikodulara sabredip kanat geren Hamuşan!
Esselam Esselam! Esselamün aleyküm ey ehl-i kubur! 
Esselam, Esselam! Esselam ün aleyküm ey dervişan, 
Esselam, esselam, esselam…
Yolun , yokuşun, kapının, kubbenin,
çınarın, bahçenin, gülün, lokmanın bir başka
manaya büründürdüğü tanışıkları; elest
bezminden alıp tekkenin koynunda
buluşturduğu; mürşitlerinin nazarıyla
manaya büründürüp dirilttiği kardeşlik pınarı
Karabaş-ı Veli… Tüm kardeşlerin,
yaratıldıkları an gibi, mahşeri kalabalıkta da
yan yana, dizdize, gönülgönüle mürşitlerinin
arkasına dizilip Resuller Resulu, Efendiler
Efendisi Muhammed Mustafa(s.a.v.)Efendimizin 
sancağı altına toplanacakları o günün hayaliyle ve
bilinciyle yanıp tutuştukları , vuslata
susadıkları hasretin kevseri Karabaş-ı Veli Dergahı! 
Bir tespih tanesinin sırt sırta veren
taşları gibi imamenin etrafında toplaşan
dervişlerin, tek olup zikre durduğu kardeşlik
eşiği Karabaş-ı Veli tekkesi. Tek vücut olup
aşka uçan pervaneler gibi aynı yöne kanat
çırpıp kavrulan gönüllerin birlendiği bir
kardeşlik çemberi Karabaş-ıVeli .
Karabaş-ı Veli‟nin etrafında sessizce ama yine diz dize,
 gönül gönüle yatan hamuşanın
yanıbaşında toplanan bir ailenin akibetini seyredercesine, iştiyakla 
sıralandığı safların ve bir arada
olmanın memnuniyetiyle gülümseyen gönüldaşların, 
mutluluklarını birleştirdikleri yer Karabaş-ı Veli
Dergahı.. Koskocaman bir milletin , başbuğlarının
 dizinin dibine emanet bıraktığı irade i teslimiyyesi
gibi, canlar canı mürşid i kamillerinin ağuşuna 
tereddütsüz bıraktıkları ruhlarıyla vasloldukları bir
avlunun gülen yüzü Karabaş-ı Veli Tekkesi. 
Bir kardeşliğin kıtalararası, ülkelerarası ve şehirlerarası
üçlemede yekpare oluşunun öyküsü Karabaş-ı Veli.
 Yüzyıllar ötesinde, arka bahçede yanan ocakta
tütsülenen bir yudum çayı, dizdize oturup paylaşırken dertleşen dervişlerin ,
 son yüzyılda yudumlanan aynı hüzün deminin tadını 
dirhem dirhem soludukları canların hiç değişmeyen tevekkülünün adresi
Karabaş-ı Veli. Bazen neyzen başının , 
bazen bir semazen başının ulvi parmaklarından demlenen
çayın, canla başla yapılan ikramla lutfa dönüştüğü
 hizmetin adı Karabaş-ı Veli kardeşliği. Destarların
ardına gizlenen, cübbelerin ardına saklanan, 
kimliklerden münezzeh hiçlikleriyle, bir sonsuzluk
şerbetine dönen ikramların alınmaya hicabedildiği 
hizmetle taçlandığı mahcubiyetin membağı
Karabaş-ı Veli. Diz dize yudumlanan çayların evvelinde, 
gönülden gönüle akan sırların, semadan arşa
yükseldiği bir kardeşliğin paylaşıldığı yer Karabaş-ı Veli. 
Çoğu kez gerçek kardeşliğin ötesinde bir bağ ile, 
mürşidimizin, dervişlerin bağrına bıraktığı
 emanet nazar ile sırlanan aynadan, birbirlerinin
yüreğine bakan dervişlerin manada buluştukları anın tercümesi,
ve bu kardeşlik temennasında vuslata duran canların, 
veda vakti gelip çattığında, istemeye
istemeye ipinden kopan tespih taneleri gibi, zamanın 
gerçekliğine geri dönerken durdukları son
selamın adı Karabaş ı Veli kapısı… 
Yüzlerini tekkeye, sırtlarını zamanın acımasızlığına ve
gerçekliğine dönen dervişanın,
 atılan son nazarla kucakladıkları tekkeleri, 
ancak bir daha dönünce
giyecekleri tennureleri gibi her saniyesi özlemle dokunmuş 
bir ayrılık sızısının kapısıdır artık. Son
vedanın dokunuşuyla selamlanan cümle kapısı, 
bir başka zamana kesilen biletidir cümlenin yeniden
buluşacağı. Ve kapı! Ve ıssızca boşalan bahçe! 
Sessizce el sallayan gül ve çınar! Ve yeniden yokuş!
Sonrası hüzün, sonrası sessizlik, sonrası sükut olan yokuş! 
Ve yol, ve gece ve karanlık ve bulut, kubbe,
Yokuş. …Ve susamak tekrar yokuşlarda. 
O‟na susamak. Ve susmak…Ve beklemek, ve özlem ,
hasret ve veda…
Ve Hamuşân…Gecenin koynunda tüm
konuklarını boşaltan kubbenin ve bahçenin bağrında
ıssız kalan: Hamuşân… Bedensiz ve ben siz dostlara
vedada VAROLAN‟IN “HAY” kılıp fısıldattıkları ile
ruhlara dolan Karabaş-i Veli'nin gerçek sahipleri!
Hecelerin söylediklerinin yazmakla bitirilemeyeceği
satırlara ez cümle... Arşa kanatlanıp seher yelinin gül
ile doldurduğu tekkenin dingin serinliği ile ayın
huzmelerinden sıyrılıp güneşin ilk ışıkları ile
kucaklaştığı gecenin evvelinde ….
Hay olan RABBİM! Yakınlığın ile
kucakladığın kullarının muratsızlığına murad katan
ALLAH'IM! Muradına erenlerin,vardıklarının
farkında olamayışlarının, bilemeyişlerinin ve
duyamayışlarının sağırlığıyla, kör kalmışlıklarına
bakmaksızın, kullarının hançerlerle yaralanışında
sonsuz merhametine haiz ilacını var eden
ALLAH'IM! Lütfu keremine şükrü, şükranı, hamdi
senayı ne kadar etsek de yetiremeyen, bir bedenli, biz
benli, biz kimlikli ve hiçsiz kulların cehaletine,
zıddıyla zerkeden, Celil ve Cemil olan Rabbimiz!
Biz bilmeyenlerin dimağına seni daha çok bilip daha
çok yaşamayı, daha çok hamd ile yakın olmayı nasip
eyle inşallah. Peygamber Efendimize layık ümmet
olmayı nasib eyle.. Resulüne layık ümmet, Üstadım'a
Efendim'e layık mürid olmayı becerememiş bu cahil,
bu aciz, bu hadsiz kulu hamuş eyle… Amin.
Aşk dergahında bir "gün"dü...
Gün hala aynı gün elhamdülillah...
Selam ve dua ile...
 
Free Flash Templates Riad In Fez Free joomla templates Agence Web Maroc Music Videos Online Free Website templates www.seodesign.us Free Wordpress Themes www.freethemes4all.com Free Blog Templates Last News Free CMS Templates Free CSS Templates Soccer Videos Online Free Wordpress Themes Free CSS Templates Dreamweaver