28 Şubat 2016 Pazar

Aşk tuttu kalemin elinden..



Aşk tuttu kalemin elinden, 
Sayfaların şakağından öperken.. 
Ve damarlarımızdan aşk muştusu geçerken, 
Çekildi ebru ebru, ve yazıldı suya ilk kelime.. …

Kış’ın, Bahar’a tebessüm ettiği bir vakitte 
Avuçlarımda hayatın iniltisiyle uyandım ilk sabaha.. 
Ürkek bakışlarla selamladım dağların kızılını. 
Ve parmaklar arasından sıyrılıp 
Düştü toprağın gözbebeklerine ilk tohum.. 
Rahmetin avucunda doğdu, yetişmek için ilk hasada.

Gecenin adımlarıyla yürüdüm Hacer’in ayak izlerinde.. 
Badiye kumlarını çektim içime beyhude 
düşünceler fasılasında. 
Sefa ile Merve arasında İsmailî düşler ararken, 
Toprağa düştü çocukluğum, ebruli uykular salâsında. 
Nefes nefes ölürken içimde, 
Aşkın fasl-ı baharında dirildi yüreğim, 
Dizildi mahşerin ilk safına.

Değil mi ki ömür, bir nefes miktarı kadar. 
Ve her nefes, 
Hüzün düşleri arasında 
Bir ölüm fısıltısıyla yürür sağırlığımıza… 
Şimdi kirpiklerimizde sallandırılır cesedimiz 
Her rüyanın karanlık yastığında.. 
Bak.. Bak ölüyor güneş.. 
Ve duruyor hala ciğerlerimizde ilk nefes..

26 Şubat 2016 Cuma

Bir başkaydı senin gözlerinden denizi izlemek.


Bilmediğim koca bir şehir.
Yalınayak kalmış suretlerin 
Vapur sesiyle uyanan yarı uykulu bir kent.
Baktığım her iki yakanın başında
Senin siluetini giyinmiş kalabalıklar.
Her vapur, seni bana getirmekte,
Her otobüs, yüreğini bana taşımakta.
Ne vakit bir bulut görsem başımın üstünde
Senin yüzündeki renkleri çizdi gökyüzüne.
Kalabalıktı ayak izleri..
Sesler birbirine karışmış.
O nihavent sesini kalabalıklarından seçebiliyor,
Sonbahar hüznü gözlerini
Sicim sicim yağmurun altında bile 
Gözlerindeki ışıktan tanıyabiliyordum.

Bir başkaydı senin şehrinde seni sevmek.
Senin ayak izinde
Yüreğime binlerce alfabeye gebe kalmak.
Senin şehrinin ışıklarında,
Temize çekmek yüreğimin kırsallığını.
Ve mavi bir fırçaya sarılmak
Gözlerinin sevdaya aç yanında.

Bir başkaydı senin gözlerinden denizi izlemek.
Haritalardan indirip
İçimin karasal iklimine serpiştirmek maviyi.
Denize ayaklarımızı salıp
Her dalgada ıslanmak 
Ve birbirimizin güneşinde kurulanmak..

Kayıp bir alfabe.
İmla hatası bol bir lugat.
Soğuk bir demir parçasından alıntılanmış dudaklarımda
Sen'li bir hayatın en taze cümlesi yanıyor tel tel.
Söndürdükçe mum alevini,
Daha da kor hal alıyor içimin sen yanı.
Karıncalınıyor parmak ııçlarım.
Yazmaya devam ettikçe seni
Büyüyorum bir alfabenin altında.
Köklerimde bir özne belirliyor.
Hayatın en sevdalı yanında yaşanmak için.

Zamana inat,
Kavuşması ertelenmiş iki söz,
Özlemi belirgin iki yürektik biz.
Çatısız bir evin
Yıldızlara sarılı duvağına 
Sarılmış iki harf.
Sırt sırta..
Yana yana..
Umuda yanarken
Mutluluğun kıyısında sevdaya adak iki kurban
İki hecelik gülüş,
Siyaha ithaf edilmiş.

Farklı iki şehir
Sevdaya kutsanmış.
Yan yana iki cümle
Mutlulukta sırt sırta birbirine dayanmış.
Ve adları silinmiş
İki kahraman..
Ve ölümü kavuşma addeden
İki yabancı tende
Tek yürek olan bir sevda..
Sen..
Ben.
Sen ve ben..
Yan yana..
Sırt sırta..

Ey sevgili,
Geceyi giyindim üzerime.
Karanlığı da çaldım yüzüme..
Sen yıldızları giy de
Yüzünün ay parçasını sür yüreğime.
Ve yıldızları ser gözlerimin iki perdelik yanına.

Harflerin ellerimde darağacı diye salladığında
Ben yüreğimin sesini iyice kıstım.
Sustum en derin yerimden.
Sen sustuğum yerden konuşuver beni.
Bir nihavent şarkının
En işveli notasında öpüver
Kahvesi bol yüreğimi.

İlk tanıdığım güne..
Yıldızları serdiğimiz geceye..


24 Şubat 2016 Çarşamba

Semada ney susunca gel...




Duvağı açılmamış sözler bulmalıydım sana... Rüzgâr, şah damarımdan fısıltılar getirdi gönlüme... Usulca duydu kulağım... Kalbim, dinledi emredileni... Bu söz damarlarıma girdi sevilen gülün dikenleri gibi... Sonrasında beynimde toplandı sivri uçları şaşkın tüm dikenler... Şimdi söylemeliyim bunu ama söyleyemiyorum... Tüm kâinat başıma toplanmış ama ölemiyorum... Gassalımı görüyorum... Güneşle birlikte ısıtıyor suyumu... Bağırıyorum gözlerimle... Görmüyor beni... 
Ah bir sesim çıksa... Söyleyip öleceğim... 

Huzurlu bir ses, kâinatı susturuyor... Bu, senin sesin... Haydi diyorsun... Birlikte söyleyip ölelim... Dilim çözülüyor bir anda ve tek bir ses çıkıyor ikimizden...Gel... 

Almadan vermek için gel... Gafiller aldığını inkar ederken, gerdanında mücevher saklayan güvercinler gibi,
 edebinden kanat çırpmadan gel... 

Acımasız insanlar, anlamsız cümleler
 gibi canını yakınca gel...
 Harfler kıyamete çağırırken cümleleri,
 sebepsiz öldürülen satırlar arasından gel... 

Semada ney susunca gel...
 Kalemine nefes versin ruhun...
 Bir kılıç gibi kuşan onu... 
Orduları dök kağıda... 
Mızraklara sahifeler takılınca gel... 

Gece gizlediklerimizi açarken gel...
Gönülden dualar mırıldanır
 teheccüt vakitlerinde kıyamın...
 sessizce...
 alaca karanlıkta zaman durunca gel... 

Bulutlar, üşüyen kibirleriyle davetiye çıkarınca gel... 
Çerden çöpten bahaneler bulmasın yüreğin... 
Umutlar çağlayan gibi kaynarken,
 ağlarım diye korkmadan gel... 

Var gücünle koşarak gel... 
Dönen dünyanın ufkuna yetişemesen de...
 Bıkıp dönme, başladığın yeri beğenmezsin. 
Gölgeleri perişan edercesine severek gel... 

Kendine gidişlerinle gel... 
Neşesi alınmış caddelerden geçip... 
Gökyüzüne isyan eden betonlar arasından...
 Bir külçe ete dönsen de... 
Ağlayan şeytan gibi gel... 

Anlam zindanlarından kaçan duygularınla gel...
 Müebbede mahkûm suskunluğunla... 
Çaresiz... 
Bağdaş kurup oturmuşken dünyanın merkezine...
 Bu olanlar kader mi demeden gel... 

Dönüş yolu görünmeden gel... 
Başka çareler aramadan... 
Durmadan kaçarken cehennem... 
Cennet yıkılmadan gel... 

Bahane aramadan gel...
 Yonttuğun taşlar merhamet çalarken bağrından...
 Seni kendinden korkutan isyanlarınla... Günahın beyazında, cesaretin bitmeden gel... 

Sana secde eden meleği severken gel tertemiz yüreğinle... İlk hissettiğin ten gibi... El değmemiş ellerinle gel... 

Bazen boğazına yapışır hayat insanın... Tüm verdiklerini söküp alırcasına... Tüm dünyayı kana boğacak kadar kin hissedersin damarlarında... Saygıyı bir hançer gibi sokarsın muhatabının yüreğine... Herkesi düşman bilince gel... 

Bu gidişle bela olacağım senin başına... Cehennemde odun bırakmaz taşırım ocağına... Yani tüm yolların sonunda.. Hediye canım yanımda... Yüreğim sen yalnız git..
 Benim niyet yeni hayata... 

Özgürlük, haline ağlarken gel... Sömürü çarkları durmadan nefsini bilerken... Sen düşüncesiz toprağın çamur olurken... ruhuna ada kendini, İsmail gibi tereddüt etmeden gel... 

Öte dünya, bir bebeğin gözlerinden bakınca gel... Merhamet kurşunu yüreğini param parça ederken... Geçmişten geleceğine gidince... 
Tüm fal oklarını zamana batırınca gel... 

Ağıtların rüyalarına kalınca gel... Farkına varmadığın gözyaşlarınla... Bir dünya... Bir söz bitmez... Dönüp durdukça âlem semada... Bir koku bir rüzgâr özletince gel... Mecnunun çöllerinden Ferhat ın dağlarına... Bir türkü gibi dolaşırken aşk... Bir damla gözyaşı seni yaşatırken gel... 

Unuttuğun tövbelerinle gel... Canını yedeğine alırken... Gönül ölümden ölüm çıkarırken, kalan hayatı yüklenip, birden bir olmak için gel... 

Bitmeyen yangınlardan artakalanları toplayarak gel... Yapmadığın her şey için suçlu ilan edilirken... Tercih ettiğin hayatlar birer birer kayarken... Ya da umut gibi avucundan uçarken... Üstlendiğin tüm suçlarınla gel... 

Yokluğunla gel... Yoksunluğunla... Sürekli sessizlik bağrında ve güneşin çaresiz gölgesi yanında... Deliler ağlarken bayramlarda... Hasret, ölüme can katarken gel... 

Kalabalık mezarlarda sinsi rüyalar büyürken gel... Tek kişilik yalnızlık olmaz... Yalnızlığın yalnızlık arayınca gel... 

Doğacak umutlarım uğruna, soğuk bir merdiven basamağında bekliyorum ben sevdayı... 
Paylaşılacak bir hayatı...
 Kanatılan duayı ve yaşanması gereken tüm acıları... 
Dünyanın yüzü gülünce gel... 
Gece bulutları gibi mahzun dururken...
 Belirlenen vakitler sınırdan geçerken... 
Çemberde heyecan bitince gel... 

Göz, arşı görmez olunca gel... 
Cenneti süsleyen meyveler yasaklanınca...
 Aşk acıyken... Ve sevgi zehirliyken...
 Varlığın sebebini bulunca gel... İşlediğin günahların hatırına, dağları titreten benliğinle gel... 

İkiyüzlü yüzünle gel... Yaşamın, her anınla... 
İsteyince küller de yanar bilirsin... 
Kabul etmekten bıktığın zincirlerinle gel... 

Süslü gözlerde sokak şarkıları duyunca gel... Tüm iyilikler bitince... Umuda çevir gülü... Üzülme deme... Yağmurdan mektup alınca gel... Zaman sensiz de dursun... 
Sen... Ne olursun gel... 

Aşk, imkansız olmadan gel... Zor umutların çoğalmadan... Maşuklar pervane olup sonsuza uçarken... Kalbindeki ateş sönmeden gel... Bağrın taşa dönmeden gel... 

Çağırdığın, seni çağırınca gel... 
Aradığın seni ararken, bulmaktan korkma...
 Ham meyveleri dalında bırak...
 Sözü kısa kesip, dinlemeye gel..


16 Şubat 2016 Salı

Daha uyanmamalıydık masallardan.


Daha uyanmamalıydık masallardan.
Ne zaman bitti o eşsiz ormanlar, yollar? 
Ne zaman ayrıldı yolları şehzade ile ipek kızın?
 ve ne zaman vazgeçti yakışıklı prens
 yüzyıl uyuyan güzeli uyandırmaktan?
 Ne zaman yoruldu Aladdin lambasını ovmaktan? 
iyilik perileri, sevimli cinler şimdi neredeler?
 Daha uyanmamalıydık...
Masallar hep o renkte ve aynı inandırıcılıkta 
kalmalıydı kalbimizde.
Bir şey oldu, bir yerlerde.
Büyüdük mü küstük mü birşeylere ne; 
inanmaz olduk masallara.
Dinlemez olduk ve anlatmadık bir daha.
Belki anlatılacak masalımız kalmadı, 
çabuk yordu hayat bizi.
Oysa ne güzeldi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu, 
Kaf dağının ardındaki o gizemli ülke,
 lal bir oba uşağı ile güzeller güzeli 
bey kızının başkaldıran sevdası.
Nasıl özlüyoruz geçmişi...
Neden özler ki insan? 
Hele birde mutsuz bir çocuksanız...
Çocuktuk çünkü.İnanıyorduk.
Köprüler geçmemiş,
 aldatmamış, aldatılmamış, 
bedeller ödememiş, ayrılık ve 
hasret mektupları okumamıştık.
Ve dizlerimizi kanatmamıştı henüz hayat.
İnanıyorduk, duruyduk, saftık, çocuktuk.
Şimdi anlatacak bir masalımız bile yok,
 bir köşesine sığınacak...

İclal Aydın

8 Şubat 2016 Pazartesi

Işıklar sönmüşse eğer, ay ışığını seyret.



“Işıklar sönmüşse eğer, ay ışığını seyret.
 Dibi yosun tutan denizlerle ilgilenme, sen dağları seyret. 
Yenik düşüyorsan özlemlerine aldırma sakın…
 Sen kalbindeki o uçsuz bucaksız sevgiyi hisset.”

Hatasız dost arayan dosttan da olur.



“Yüzde ısrar etme, doksan da olur.
 İnsan dediğinde noksan da olur. 
Sakın büyüklenme, elde neler var… 
Bir ben varım deme yoksan da olur. 
Hatasız dost arayan dosttan da olur.”

7 Şubat 2016 Pazar

Ben rüzgârım, sense ateş, seni ben yaktım..



Kendimi diken gibi gördüm de kaçtım güle doğru. 
Kendimi sirke gibi gördüm de şekere karıştım.


Zehirle dolu bir kâseydim, panzehire doğru geldim; 
tortulu bir kadehtim, abıhayata döküldüm. 


Acıyla dolu bir gözdüm, İsa’ya doğru uzattım elimi; 
ham gördüm de kendimi bir pişkine sarıldım. 


Can gözüme sürme buldum aşk sokağının toprağını;
 o sürmeyi eledikçe güzellikte kıla döndüm. 


Aşk dedi ki: Doğru söylüyorsun, ama kendinden bilme.
 Ben rüzgârım, sense ateş, seni ben yaktım .” 



Geçer Dediklerimi Geçirdim...


Duyduğum, dokunduğum,
 gördüğüm, tattığım, kokladığım
 için var bu dünya..Farkında olduğum için.. 
Kendim yazdım, kendim oynadım en başından beri.. 

O yüzden ki bir dünya yarattım,
 roller verdim sahnedekilere.. 
Sevdim; sevgilim, paylaştım; dostum dedim.. 
En derinimde hissettim; annem, 
kızdım da kıyamadım; babam dedim.. 
Geçer dediklerimi geçirdim.. 
Biter dediklerimi bitirdim.. 
Nefret ettiklerimi sildim, geçtim.. 
Gün oldu; silkindim, yeter dedim.. 
Geride bıraktıklarım hesap
 sormaya kalkmasın o yüzden bana.. 
Farkında olduğum için var oldunuz,
 vazgeçtiğim için bugün yoksunuz.. 
Bu nasıl bir cüret ki; 
bir başka hayata müdahil olma,
 umarsızca sorgulama,
 pervasızca yargılama
 hakkını bulur insan kendinde.. 
Haddinizi aşmayın ey faniler.. 
Ben yok olmayı kabullenirken, kar taneleri mütemadiyen ayak izlerimi kapatmaktayken, 
güneş bile her gün batarken, sizdeki ne arsızlıktır; 
silinmeyi dahi kabul edemiyorsunuz 
bir başka faninin zihninden..
 Mezarlıklar, kendini vazgeçilmez 
sananlarla doluyken, 
yerin üstündeki bu şatafat da
 neyin nesi oluyor acep? 
Uğraştırmayın da dağılın hadi.. 
Dağılın ve gidin, ama bilin.. 
Kör cehalet çirkefleştirir insanları! 
Suskunluğum asaletimdendir... 
Her lafa verecek bir cevabım var... 
Lakin bir lafa bakarım lafmı diye,
 bir de söyleyene bakarım adam mı diye...
Rumi

Verdim canımı ona gitti..



Nerde bir topluluk görürsen, tellal, 
hiç durma, bağır: 
kaçan bir kul gördünüz mü ey insanlar, de, 
tertemiz kokan bir kul gördünüz mü, 
ay parçası bir yüzü var, 
baştanbaşa fitne. 

Savaş vakti tez gider, de, tellal, 
barış vakti uysal olur, de. 

Nerde bir topluluk görürsen, tellal, 
hiç durma, bağır: 
ince boylu, güler yüzlü, tatlı sözlü, 
tez canlı, çevik bir kul gördünüz mü? 
sırtında bir al kaftan taşıyor. 

Kucağında bir rebap, elinde bir yay var, de, tellal, 
çaldığı hep güzel, hep sıcak havalar, de. 

Nerede bir topluluk görürsen, tellal, 
hiç durma, bağır: 
onun bağından bir meyva devşiren var mı ey insanlar, de, 
onun gül bahçesinden bir demet gül deren var mı? 

İş ki çıksın bir habercik getirsin biri ondan bana, tellal 
çıksın biri ondan bana bir şeyler desin iş ki, 
söyle, verdim canımı ona gitti, tellal, 
verdim ona gitti.



Mevlana Celaleddin Rumi

6 Şubat 2016 Cumartesi

Peygamberimizin yolu, izi aşktır.


Peygamberimizin yolu, izi aşktır.
 Biz, aşk çocuklarıyız. Aşk, bizim anamızdır.
Ey ten çadırında gizlenen anamız.
Sen bizim, hakikati örten, 
gerçeği göremeyen tabiatımızdan,
 nefsimizden saklanmışsın.

Biz gözümüzle bakarız; ama gören gönüldür..


Aşkla bakmak; yürekle bakmak demektir.
Göz sadece bir fonksiyonu yürütür; 
ama fonksiyonun içini dolduran, 
onu san’ata dönüştüren gönüldür.
Biz gözümüzle bakarız; ama gören gönüldür. 
Gönlümüzde aşk varsa, gözün gördüğü güzeldir..


2 Şubat 2016 Salı

Ey dost.. Aynaya iyi bak..


Ey dost.. Aynaya iyi bak.. 
Gizli hazineyi bul..
O gizli hazîne ki; sevdi de yarattı. 
Sevgisinden sevdiklerinin hamuruna kattı.
 O (c.c) onları sevdi, Onlar da O (c.c)’ nu sevdi. 
Öyle sevdiler ki birbirlerini, 
seven ile sevilen fark edilemedi.
 Dediler ki:

Bende olan âşikâr sensin,
Ben hod yoğum, ol ki vâr sensin !..
Ger ben, ben isem; nesin sen ey yâr
Ver sen, sen isen; neyim men-i zâr?..
(Fuzûlî)
Ey dost.. Aynaya iyi bak.. Aşkı gör..
Aşk öyle meçhul bir manadır ki ondan her tadan zevki miktarınca sarhoş olur.

Dünyayı iki şeyden ibaret bilirim ben..


Şair der ki:
Dünyayı iki şeyden ibaret bilirim ben:

Biri, her şey olan: Sen..
Diğeri, Sen olmayanlar..

Her şeyde Onu aramaya koyulmak..

Aramalar, bulmaların başlangıcıdır ya hakikatte..

Onu bulmak..

Yana yana Onu aramak aşkından..

Onun için sevmek Onu gösterdiği için sevmek..
 O yarattığı için sevmek..

Yunus gibi,Yaradandan ötürü” diye diye, her şeyi sevmek..

Emrolunduğun gibi dosdoğru ol deyip olamayanlara..



Bütün peygamberler, ömürleri boyunca insanlara dosdoğru olmayı öğrettiler. Hayatları, Hak yolunda dosdoğru olmanın mücadelesi içinde geçti.
Bu uğurda her biri;
En dayanılmaz çilelere, ıstıraplara ve musibetlere göğüs gerdi. Gerekirse can verdi. Kalbi delen dünyevî cazibeler karşısında da, en ağır zorluklar karşısında da onlar, istikametlerini asla bozmadılar. Sadece emrolundukları gibi yaşadılar, öyle yaşattılar.
Hazret-i Allah da onlar hakkında;
«Ne güzel kul!» ifadesini kullandı.
Ve;
Ne zaman insanlık, emrolunanı bırakıp da kendi egosuna göre tartısız bir hayat hevesine kapılarak dîni ve beşeriyeti bozsa; tekrar hidâyet ve kurtuluş için yüce Mevlâ, daima o güzel kulları vazifelendirdi.
Son olarak;
Peygamberler Sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ  -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i gönderdi.
O’na da;
Bir yanda ağır tazyikler, bir yanda cazip teklifler yapıldı.
Maksat, O’nu «emrolunduğu gibi dosdoğru olmak»tan vazgeçirmekti. En azından, tevhid anlayışını değiştirmek ve dîn-i mübîni, ağyârın da işine gelir hâle dönüştürmekti. İnançta tavizler koparmaktı.
Yani problem, inanmamak değildi. Aksine, inancı Hak’tan kopuk ve hevâya bağlı şekilde keyfe uydurmaktı. Nefsinin istediği yalan yanlış şeyleri
 bile sınırsız bir şekilde kabul ettirmekti. 
Bu bâtıl karşısında Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“(Ey Rasûlüm!) EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL. ONLARIN HEVESLERİNE UYMA!" (eş-Şûrâ, 15)
Sadece Hazret-i Peygamber’e değil, herkese tâlimat bu:
“(Ey Rasûlüm!) Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112)
Bu doğruluk; Hakk’ın emrettiği ve vahye uyan doğruluk.
Hakkıyla doğruluk.
Her hususta tam bir doğruluk. Îmanda, ilimde, amel-i sâlihte, vicdanda, ahlâkta, adâlette, ticarette,
 muâmelâtta, kısaca her şeyde.
Beşerî heveslere göre değil, ilâhî hakikate göre doğruluk.
Bu hususta Efendimiz;
“(Ey Rasûlüm!) Hiç şüphesiz ki Sen, peygamberlerdensin. Sırât-ı müstakîm / dosdoğru yol üzeresin...” 
(Yâsîn, 3-4) beyanıyla müeyyed.
Fakat beraberindekilerin de «dosdoğru olması»nı temin etmek vazifesi, Efendimiz’in saçlarını ağartmıştır. 
Emrolunduğu gibi dosdoğru olmak
 prensibi niçin bu kadar mühim?
Çünkü;
Din, bu prensibin dışında insan eline kaldığında; o el, âlimse, bilgi kalemini keyfince kullanmak istiyor. Zengin ise, keyfince müsriflik veya cimrilik yapmak istiyor. Mevki sahibi ise, keyfince hüküm sürmek istiyor. Süt satarken su katmaya kalkışıyor. Nasılsa her imkân, 
keyfe müsait.
Misaller çok.
Kārun. Âlimdi. Zenginlikle birlikte şımardı. Kendince içtihatlar yaptı, bilgi kalemini çarpık kullandı. Sonra da yerin dibine geçti.
Oysa insanoğluna sayısız nimetler veren Allah, ondan keyfîlik değil keyfiyet istiyor.
Şart koşuyor:
Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!
Riâyet edenleri müjdeliyor:
“Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
 (el-Ahkāf, 13)
Bu itibarla;
Hazret-i Peygamber Efendimiz’in üsve-i hasene hayatı ve tavsiyeleri, özetle «emrolunduğu gibi
 dosdoğru olmak»tan ibarettir.
Süfyan bin Abdullah –radiyallâhu anh- anlatıyor:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Uyacağım bir amel 
tavsiye et bana!” dedim.
“–Rabbim Allah’tır, de; sonra da 
DOSDOĞRU OL!” buyurdu.
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?” diye sordum.
Eliyle dilini tuttu ve;
“–İşte şu!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 61)
Demek ki dosdoğru olmanın yolundaki engellerden biri de dili muhafaza edememek. Çünkü dil eğrilince, din eğrilmeye başlıyor. Yani dilin sermayesi olan söz bozulunca, öz bozuluyor. İnsan doğruluktan uzaklaşıyor. 
Kur’ân’dan önceki bütün ilâhî kitaplar sırf bu sebeple tahrif oldu. Kul dahliyle kitapların dili bozuldu, sonra ifade ve mânâlar karıştı. Sonra bozuk sayfalar arasında;
 insanlık, yolunu şaşırdı.
Onun için Hazret-i Allah, ilâhî kelimeleri tahrip edenleri, «gazaba uğramışlar» ve «yoldan sapmışlar» olarak isimlendirdi. Kıyâmete kadar bizzat koruyacağı son kitabı olan Kur’ân’ın ilk sûresinde de öncekilerin o merdud hâllerine dikkat çekerek dosdoğru yolu tarif etti. O tarifte, kul dahlinin olmadığını, sadece Hak emri ve hidâyeti olduğunu vurgulamak için, iki âyeti duâ cümlesi yaptı. Bununla, kulları belirleyici değil, isteyici makamında tuttu. Böylece kullar tarafından üretilen değil, Hak tarafından emrolunan yolu idrak ve istek içinde bir tevhid îmânı oluşturdu. En çok tekrar edilen duâ bu oldu:
 “(Allâh’ım!) Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine değil, sapmışlarınkine de değil!..” (el-Fâtiha, 6-7) 
Her namazın her rekâtında yaptığımız bu duâyı, mânâ ve mahiyetiyle idrake ve vird edinmeye hepimizin ihtiyacı muhakkak. Fakat bilhassa, Allâh’ın kelimelerini tahrip yüzünden gazaba uğramış ve sapıtmış kimselerle âdeta aynı paralelde aynı gaflete düşercesine dilleri eğrilmiş bilgiçlerin ihtiyacı daha çok.
Çünkü bu hakikati bilmeyen bilgiçlerin eğri dilleri, Cenâb-ı Hakk’ın ifadesiyle;
“Gaybı taşlar gibi...” (el-Kehf, 22) konuşuyor.
“...Allâh’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermeye çalışmayın.” (el-A‘râf, 86) âyetini umursamadan konuşuyor.
O bilgiçlerden biri de;
“Yoksa içinizden Allah cihâd edenleri ve sabredenleri BELİRLEMEDEN cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” (Âl-i İmrân, 142) âyetine noksan bir lügat yaklaşımı etrafında, Kur’ân ile çelişen bir yoruma saplanarak -hâşâ- Allâh’ın bilmediği şeyler olduğunu söyleme 
cehâletinde bulunuyor.
Güya bu âyette Allah; bir kimsenin kiminle evleneceğini -evlenene kadar- bilmediğini de söylemiş oluyormuş! 
Niye?
«Belirlemeden» ya da «ayırt etmeden» şeklinde Türkçeleştirilen kelimenin aslı «bilmek» diye. Buna göre «bilmedikçe» demeli imiş. Böyle deyince de Allâh’ın gelecekle ilgili hususları bilmediği ortaya çıkıyormuş!
Hey gidi hey!
Kuşlardaki beyin bile bu gaflete gülüp geçer.
Cahil bilgiçlerden başka her îmân ehli, bilir ki;
Sözü söyleyen sonsuz ilim ve kudret sahibini tanımadan kelimelerle cehâlet oyunu oynamak, aklı da kaydırır, ayağı da; ilmi de, îmânı da.
Bir kere;
Kelimeler, lügat içinde kuru mânâdan ibarettir. Onlarda manevra canlılığı, ancak cümleye dönüşünce kendini gösterir, devreye girer. Böylece hakikat ve mecazlar ekseninde nice derinlikler oluşur. Her birinde gerçek, söyleyenin kudretine göre de asıl vurgusundadır. Yani; «Seni gözüm bir yerden ısırıyor.» deyince, ısırmışlıktan bahsedilmez. Bal gibi anlaşılır ki, tanımak kastedilmekte. 
Şimdi;
Her şeyi bilen kudret, bilme fiiliyle bir hakikati ifade ediyorsa; ondaki vurgu, kendisinin bilmediğini ifade olur mu? Kaldı ki bu kelimenin lügat kullanışında, bilgiçlerin herhâlde bilmediği şu mânâlar da var: 
Mes’ul tutmak. Meselâ, üç kişiye bir emanet veren kimse, içlerinden en iyi bildiği kimseye der ki: «Ben onları değil, seni bilirim...» Bu ifade, bilmediğinden öğrenmeyi değil, aksine bilgi sahibi olduğunu vurgulamaktır.
Kabul etmek, tasdik etmek, onaylamak. Meselâ denir ki: «Onu bunu bilmem! Bildiğin gibi yap!» Burada da «bilmem» ifadesi, bilgiyi ortaya koymaktadır. 
Hâsılı;
Kulların kurduğu cümlelerde bile «bilmem» vurgusunda bilmemek değil bilgi mevcudiyeti öne çıkarken, her şeyi bilen Allâh’ın bu husustaki kullanımına bilmeme cehâletini isnat, nasıl bir bilgiçliktir?!.
Yüce Allâh’ı tanımamak, ancak bu kadar olur!
Yine de;
Gerçekten biraz ilimle meşgul olan kimse bilir ki:
ALLAH İÇİN GAYB YOK!
O; her mevzuda olduğu gibi ilimde de müteâl, 
hayal ve idrak ötesi.
Çünkü Allah; insanlar gibi sonradan bilgi edinmeye muhtaç bir varlık değil, aksine bütün bilgileri ve ilimleri yaratan, tek, yegâne, noksansız ve sonsuz kudret. 
Düşünmeli:
Bir kimse elli tane ilmî formül oluştursa, bu formüller kendisi için gayb olur mu? Kendisine gizli saklı olur mu? Elbette olmaz. Fakat başkaları için gayb mıdır? Gaybdır. Çünkü onlar bu formülleri bilmiyorlar. Tahmin ederek bilmeleri de mümkün değil. Lâkin formüllerin sahibi; kimlere söylerse, onlara da gayb değil. Tabiî, söylenmemiş kimselere yine gayb. Ancak hiçbir şekilde formülleri oluşturan kimse için gayb değil.
Hâl böyleyken;
Her varlığını en ince hususiyetlerine kadar bin bir hikmetle yaratıp yaşatan Hazret-i Allah, nasıl olur da onları bilmez! 
“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (el-Mülk, 14)
“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahî düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Levh-i mahfuzda, O’nun ilmindedir).” (el-En‘âm, 59) 
İlâhî beyan, gayet açık: 
Allâh’a bilmediği hususlar isnâdı, cahil bilgiçlerin kendilerini helâk eden zannından ibaret. O zannı bilgi zannetmek de ayrı bir cehâlet. Hangi hususta bilememek varsa, hepsi de ancak insana ait. Hele ki Allâh’ın bildirmediği bir şeyi bilmesi, insan için asla mümkün değil.
Delil işte:
“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, Kayyum’dur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında kim şefaatte bulunabilir? KULLARIN, O; ÖNLERİNDEKİLERİ DE ARKALARINDAKİLERİ DE (YAPTIKLARINI DA YAPACAKLARINI DA) BİLİR. (O’NA HİÇBİR ŞEY GİZLİ KALMAZ.) O’NUN BİLDİRDİKLERİNİN DIŞINDA İNSANLAR O’NUN İLMİNDEN HİÇBİR ŞEYİ TAM OLARAK BİLEMEZLER. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruyup gözetmek O’na zor gelmez. O; yücedir, büyüktür.” (el-Bakara, 255)
Allâh’a dair bu ilâhî gerçek; kalbi de, aklı da, rûhu da titretici ve sarsıcıdır. İnsanın aklı, kalbi ve rûhundaki tüm bilinmez derinlikler; herkese gizli, hattâ kendisine de gizli ve meçhul iken bile, Allah için bütün
 açıklığıyla âşikâr ve malûm.
Bu hakikat;
İnsanda derin sarsıntılar ve titreyişler oluşturacak bir gerçek. İlâhî kudret önünde dosdoğru olmaya yöneltici en doğru îman disiplini. Akl-ı selîm ve kalb-i selîm sahipleri için mârifetullah ve teslîmiyet aşısı. Engin bir mânâ ufku. Damlayı derya hâline getirme idraki. Fakat gafil kimseler için darmadağın oldukları ve bilgili de olsalar cehâlete dalmış nefislerinin hiç istemediği ağır bir hakikat. Şuursuzların kaçmaya çalıştıkları, ancak kaçmanın imkânsız olduğu varlık ve hayat sırrı. Günah ve yanlışlarla dolu olduğunda yaptığının bilinmesini hiç istemeyen insanoğluna müthiş bir darbe. Çünkü bilinmeleri, yakalanmaları demek olacağından suçlular, daima meçhul kalmanın kavgası içindedirler. Hırsız elbette bilinmeyi istemez. Kātil de saklı kalmanın derdindedir. Bu, elbette imkânsız. Zira asıl hâkim, her şeyi biliyor.
Bilgiyi de yaratan, çünkü O.
İnsanların ulaşabildiği ilimler, ancak O’nun izin verdiği kadar. Bu izinle sonsuz ilmin sadece bir noktacığında dolaşarak gördükleri bilgi ve keşifle şımaranlar, aklı kabaranlar ve haddi aşanlar; gafletlerinden dolayı cahil kalırlar. Bilgi içinde bu cehâlet; ilâhî lütuf ve ilme karşı nankörlük doğurur, ahmaklık doğurur, zulüm ve kâfirlik doğurur. Bilginin bu cehâletine sürüklenenler, derya içinde susuzluktan ölen kimseler gibidir.
İlâhî haddi aşmış her cahil bilgiç, özellik itibarıyla Firavun ve Kārun gibilerle aynı karede yer alır: 
“...Kendini beğenmiş azgın zorba...” (ed-Duhân, 31) 
Onların mağrur itirazları, hezeyanları ve cehaletleri, sadece hakikati hor görmeye yönelik bir bilgiçlik çıkmazıdır. 
Bu çıkmazda onlar;
Üzeri kapalı sinsi niyetlerin zorlama yorumlarıyla, bir âyetteki hakikati, diğer âyetlere ters düşecek şekle sokmak için uğraş ve yarış sergiliyorlar. Kur’ân içinde münakaşalar doğurmaya çalışıyorlar. Kendi bilgiçlikleri uğruna bir âyeti çarpıtmak için diğer âyetleri hiçe sayanlar, tabiî ki şu hadîs-i şerîfi de belki kaale almıyorlar: 
“Kur’ân hakkında münakaşa, küfürdür.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5)
Tîbî der ki: 
“Hadiste yasaklanan münakaşadan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerini, diğer bazı 
âyetleriyle tekzibe kalkışmaktır.”
Hele mevzu Allah ile alâkalı ise, durum daha ciddîdir.
Çünkü;
Allah hakkında şüphe oluşturmak; 
bilgi değil, inkâr işçiliği yapmaktır. 
Allâh’ı bilmeyen dîni ne bilir?
Nasıl cahillik üretebilirim diye uğraşan bilgiçlerden, ilim erbabı mı olur?
Kâfirle değil de mü’minle kavgalı olan kimse, nasıl bir îmâna sahiptir? Şeytanlıklarla değil de, Allâh’a dost olmayla kavgalı olan bir kimse, nasıl bir niyet sahibidir? Yığınla bozuk kitaplara değil de hakikat âbidesi yüce Kur’ân’a iftira atan bir kimse nasıl bir yapıdadır? Kur’ân’ı herkesin yanlış anladığını, ortamı müsait bulsa, neredeyse Hazret-i Peygamber’in bile yanlış anladığını söylemeye kalkışacak derecede, sadece kendisinin doğru anladığını ifade kılıfı oluşturup da çarpıtmalar üretmeye çalışan bir kimse, ilim sahibi değil, ne kötü bir kuldur.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ifadesiyle;
“Boş hayallere kapılıp da böbürlenerek Kebîr ve Müteâl olan Allâh’ı unutan kul ne kötü bir kuldur! Zorba ve mütecâviz olup da Cebbâr olan Allâh’ı unutan kul ne kötü kuldur! Gaflete dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve (yer altında) çürümeyi unutan kul ne kötü kuldur! Taşkınlık eden, azgınlık yapan, başlangıcını ve sonunu unutan kul ne kötü kuldur! Dindar görünüp insanları aldatarak dünyevî menfaatler peşinde koşan kul ne kötü kuldur! Şüpheli şeylerle dînini bozan kul ne kötü bir kuldur! Hırs ve tamahı yüzünden mâsiyetlere sürüklenen kul ne kötü kuldur! Hevâ ve hevesin saptırdığı kul ne kötü kuldur! Dünya malına karşı aşırı arzu ve istekleri kendisini zillete düşüren kul ne kötü bir kuldur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 17/2448; Hâkim, IV, 351/7885; Heysemî, X, 234)
Efendimiz  -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurur:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar hayra kilittirler. Allâh’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu! Allâh’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” 
(İbn-i Mâce, Mukaddime, 19; Beyhakî, Şuab, I, 455)
Yazık, öyle bilgiç kullara! 
Çok yazık, dilleri de dinleri de eğri olan gafillere!

Elbette;

Ne mutlu emrolunduğu gibi dosdoğru olanlara!..

"Alıntıdır"


 
Free Flash Templates Riad In Fez Free joomla templates Agence Web Maroc Music Videos Online Free Website templates www.seodesign.us Free Wordpress Themes www.freethemes4all.com Free Blog Templates Last News Free CMS Templates Free CSS Templates Soccer Videos Online Free Wordpress Themes Free CSS Templates Dreamweaver